Bu yazıyı mesleki apoletlerim olmaksızın eşine, çocuğuna ya da bir arkadaşına “Kalkın hadi şu maça gidelim, süper olacak!” diyen birinin gözünden yazmaya gayret ettim.
Birkaç gün önce izlediğim Olimpiakos-Galatasaray maçı beni anılara götürdü. 2013 Kasım’ında Olimpiakos Galatasaray maçını izlemek için birkaç arkadaş Atina’ya gitmiştik. Pire’deki Barış ve Kardeşlik Salonundaki atmosferi Dünya gözüyle görelim diye. Her şey güzel, Olimpiakos önde taraftar keyifli. Ta ki Bonsu’nun Mirza Begic’e yumruk atmasına kadar. Bir anda taraftarla holiganlar arasındaki fark apaçık karşımızdaydı. Ve biz aniden hedef oluvermiştik. Sürekli bize doğru bağıran, gözümüze lazer tutan ve çıkışı işaret eden grubun öfkesi bitmek bilmiyordu. Bonsu diskalifiye edilmiş ve soyunma odasına gitmiş, Spanolulis de anons yaparak taraftarı sakinleştirmişti. Ama holiganlar için fitil ateşlenmişti. Polis etrafımızı kuşattı ve maç bittikten 30-40 dakika daha bizi salonda tuttuktan sonra bıraktıklarında Pire tarafı değil de ters istikamette gitmemizi tavsiye etmişlerdi. Keyif bir anda stres ve eziyete dönüşmüştü yani.
Bu, her taraftar ya da basketbolseverin holiganlarla karşılaşabileceğini gösteriyordu. Hatta antrenörlerin bile! Ve son maçlarda görüyoruz ki protesto hakkı ve takımını destekleme coşkusu, yerini ses bombalarına, küfür ve sahaya atılan cisimlere döndü. Sürü psikolojisi mi, vandalllık mı, fanatizmin aklı kör etmesi mi, her ne derseniz deyin bu olanlar ulusal basında daha fazla yer bulmalı ve suçlular spor salonlarına alınmamalı. Can Altıntığ’ın gözünden ve Datome’nin alnından yaralanması yetip de artmalı bile. Bu olaylar sıradanlaştırılmadan ve birine kalıcı bir zarar vermeden bu kanserli bölge ilaç tedavisi yerine ameliyatla kazınıp atılmalı.
Çok yakın zamanlara kadar yurtdışında görüp kıskandığımız spor salonlarını ve maç organizasyonlarını yapmayı başarmış durumdayız. Yani seyirciler maça 10 dakika kala gelip yerlerine oturabiliyor. Ağız tadıyla bir şeyler yiyip içebiliyor ve maç önü, molalar ve devre arasında birçok etkinlikle hoşça vakit geçirebiliyor. Yani takımını destekliyor, eğleniyor ve basketbolun yıldızlarını seyrediyor. Ve hiçbir aile, arkadaş grubu ve oraya topluca maç izlemeye gelen altyapı ve spor okulu öğrencileri küfür edilmesini, ses bombası patlamasını ve sahaya bir şeyler atılmasını istemiyor. Protesto için birçok yol varken sonu gerginlik, yaralanma, maddi zarar ve kulüplere gelen cezalar olan yöntemler seçiliyorsa kulüpler şapkalarını önüne koymalı. Çünkü kaosa sessiz kalmak onu sadece büyütür. Federasyon ceza yönetmeliği doğrultusunda gerekli cezaları verir ancak asıl mesele kulübün bu holiganlara tahammülü olmadığını göstermesidir. Yani bir grup yönetici, idareci her kimse bunlara yüz vermemelidir.
Beşiktaş‘ın Şampiyonlar Ligi’ndeki Karşıyaka ve ligdeki Galatasaray maçlarına baktığımızda keyifli maç atmosferinin bir anda değişebildiğine şahit olduk. Karşıyaka karşısında avantajlı bir durumdayken patlayan ses bombaları ve ardından Karşıyakalı seyircilerin yerlerinin değişikliği, hem maçın keyfini kaçırmış, hem oyuncuların soğumalarına sebep olmuş, hem de iki takım taraftarının bir arada maç izleyemeyeceğini göstermişti.
Galatasaray maçında ise üçüncü anons yapılmış ve hakemlerin maça 15 dakika ara vermeleri gerekmişti. Ne Karşıyaka takımı ve seyircisi ses bombalarını, ne de Galatasaraylı oyuncular ve teknik ekip küfürlü tezahüratı hak ediyor. Örnekler bunlarla da bitmiyor. Fenerbahçe de Abdi İpekçi’de benzer bir muameleye maruz kalıyor ve tribünden atılan cisimle Datome yaralanıyordu. Karşıyaka’da Galatasaray maçında yaşananlardan dolayı bir maç seyircisiz oynama cezası almıştı. Ülker Arena’da da Galatasaray maçı sonrası futbol takımından bir futbolcu ki en çok kendisinden empati yapılması beklenirken tribünlere yakışıksız tezahürat yaptırıyordu ve buna kapılan birçok taraftar vardı. Örnekler çoğaltılabilir, ama tek gerçek hiçbir taraftar, kulüp ve paydaşları şiddeti, küfürü ve kötü muameleyi hak etmediğidir. Önce iyi ev sahipliğiyle başlamak, sonrasında da misafirperverlik beklemek lazım. Koca koca kulüpler ve binlerce taraftar birkaç yüz holigana teslim ve destek olmamalı, hatta davranışlarından dolayı utandırılmalıdırlar. Yoksa yakın gelecekte ne iki takımın seyircisi bir arada maç seyredebilir ne de “ama onların sahasında da” diye başlayan cümleler biter.
Hiç kimse kendisine, ailesine küfür edilmesi, el kol hareketi yapılmasını istemiyorsa, ya da sevdikleriyle para vererek eğlenmeye gittiği yerde gürültü patırtı olmasın diyorsa tribüne gelince de kendini karşısındakinin yerine koyarak tezahüratını ve desteğini buna göre yapmalı.
Bu yüzden oyuncular, çok yüksek motivasyon ve konsantrasyonla oynasalar bile kritik atışlar sonrası buldukları skorlardaki hareketlerinin kendi ve rakip seyirciyi nasıl etkileyeceklerini düşünerek sevinç gösterilerinde bulunmalılar. Çünkü profesyonellik bunu gerektirir.
Kulüpler de “ağaç yaşken” düsturuyla çocuk ve genç taraftar için sağlıklı tribün projeleri üreterek spora ve sporcuya dost taraftar yetişmesine katkı vermelidir.
Medya ise sahada ezeli rakip birçok oyuncunun sosyal hayatta çok iyi dost olduklarını yazılı ve görsel haberlerle hatırlatmalarda bulunarak taraftara saha içi rekabetin sahada kaldığını anlatmalıdır.
Ve tribüne ayak basan hepimizin de eğlenip, keyifli anlar yaşayıp, kazansa da kaybetse de takımın mücadelesini takdir edip alkışlayıp ya da ruhsuz günlerini etik çerçeveler içinde ve hatta espriyle protesto ederek eve dönmemiz gerekir.
Böylece uzun uzun olayları konuşmak yerine bolca basketbol konuşuruz. Hem de Final Four sonrası “ya adamlar nasıl güzel takımlarını destekliyorlar” geyiğinden kurtuluruz.
(22-03-2017)