Şampiyonu belirlemek için önce NBA’de kullanılan, daha sonra başta Avrupa olmak üzere dünyanın her köşesine yayılan elemeli play-off sistemi, basketbolumuzda ilk kez 1983-84 sezonunda uygulandı. O gün bugündür ligimiz 36 şampiyon çıkardı. Bunların yarısı, normal sezonu birinci sırada bitiren takımlardı. 12 kez ikinciler mutlu sona ulaştı. Normal sezonda üçüncü sırayı kapanlar sadece 2, dördüncüler 3 kez şampiyonluk kupasını kucaklayabildi… Ve yalnızca bir kez şampiyonluk normal sezonda ilk dördün dışında kalan bir takımı onurlandırdı: 1987-88’de altıncı sırayı alan Eczacıbaşı… Bugün size o unutulmaz sezonun, o mucize takımın öyküsünü anlatmaya çalışacağım.
O günlere yetişemeyen genç basketbolseverlerin, büyüklerinden duyduğu bir klişe vardır: “Sezon başında küme düşmeye aday gösterilen takımla şampiyon oldular!” Doğrudur… 1987-88 sezonu için ilk hava atışı yapılırken, kadrosunu büyük ölçüde gençleştiren Eczacıbaşı’nın alt sıralardan kurtulabileceğine kimse ihtimal vermiyordu.
Neden böyle olduğunu anlayabilmek için, ondan önceki beş sezonu büyüteç altına almak gerekir. 1982 yazında Efe Aydan‘ın ayrılıp Fenerbahçe’ye imza atmasını takiben Eczacıbaşı, her sezona iddialı girmiş ama sonrasında bir şekilde hedeften uzak düşmüştü. Özellikle hayli yüksek bütçeyle kurulan Erman Kunter, Melih Erçin, Emir Turam, Ronald Haigler ve Jim Abromaitis’li kadronun normal sezonu birinci bitirdikten sonra play-off’un ilk turunda sekizinci İTU’ye her iki maçı da kaybederek elenmesi, gerçekten hazmedilmesi zor bir darbeydi. 1982’den 87’e gelinceye dek beş şampiyonluğun ikisi Efes’e, ikisi Galatasaray‘a, biri de Karşıyaka’ya gitmiş, Eczacı final bile oynayamamıştı.
1987 yazında bütçenin küçültülmesine, önceki yıl altıncı sırada kalmış ve play-off’ta ilk turda elenmiş kadronun gençleştirilmesine karar verildi. Kaptan Melih Erçin formasını asarak jübilesini yaparken, Ufuk Pek ile Engin Bayav Paşabahçe’ye transfer oldu. Amerikalı Orlando Phillips de Fransa‘nın yolunu tuttu.
Menejer Nur Gencer ile koç Mehmet Baturalp, ayrılanların yerine altyapıdan gelen gençleri monte edebileceklerine inanıyorlardı. Levent’te bugün Kanyon alışveriş merkezinin yükseldiği Eczacıbaşı tesislerinde yalnızca iki yeni yüz vardı: Hüseyin Şiriner ve Larry Richard. Hüseyin, Karşıyaka altyapısından çıktıktan sonra 80’lerin başında Galatasaray formasıyla iyi maçlar oynamış fakat sonradan kariyeri erken yaşta düşüşe geçmiş bir oyuncuydu. 27 yaşındaydı ve kadrodaki gençlere ağabeylik etmesi bekleniyordu.
Phillips’in yerine gelen Larry Richard ise Texas Christian Universitesi’nden yeni mezun, hayatında ilk kez Amerika dışına çıkan çok tecrübesiz bir çaylaktı. Kolejde 3 numara oynamıştı. Egosu şişkin olmayan, daha çok arkadaşlarına pas vermeyi düşünen, sahanın her yerinde göze batmayan angarya işleri yapmaktan hiç kaçmayan bu emekçi, sonraki yıllarda ligimizde yıldız statüsüne yükseleceğini ve üç farklı takımda, yedi sezonda, toplam beş şampiyonluk kazanacağını, o zaman nereden bilsin?
Uzun lafın kısası; son beş yılda hatırı sayılır paralar harcadığı ve yüksek profilli milli oyuncuları topladığı halde değil şampiyonluk, final bile göremeyen Eczacıbaşı’nın, o sezon varabileceği en yüksek nokta, kapağı play-off’a atmak şeklinde özetlenebilirdi. Yeteneklerini henüz pek az kişinin fark ettiği ve takımın direksiyonuna oturtulan Orhun Ene 20 yaşındaydı. Orhun’la beraber yazın Akdeniz Oyunları için Milli Takım kadrosuna alınan pivot Tamer Oyguç ise 21… Milli Takım’ın omurgasını oluşturan Efe Aydan, Erman Kunter, Emir Turam, Lütfi Arıboğan, Ömer Büyükaycan, Hakan Yörükoğlu ve Levent Topsakal gibi isimlerin hiçbiri Eczacıbaşı’nda oynamıyordu. Ya da “artık oynamıyordu” demek daha doğru çünkü Ankara kökenli olan Lütfi ile Hakan dışındaki oyuncuların tamamı Eczacıbaşı salonundan geçmiş, Emir, Ömer ve Levent basketbol topuyla Levent’teki tesislerde tanışmıştı.
Takımların kadroda bir yabancı oyuncu bulundurabildiği o dönemde Çukurova paraya kıyıp, NBA’de bir zamanlar Magic Johnson ile beraber forma giymiş Larry Spriggs’i getirmiş, Fenerbahçe de yine ligin pahalı oyuncuları arasında gösterilen Pete Williams’i tercih etmişti. Karşıyaka’da bir yıl önceki şampiyonluğun mimarlarından Melvin Davis vardı. Tofaş’ta Bobby Lee Hurt, Galatasaray’da Paul Dawkins, Beslen’de Michael Scearce, Efes’te Lester Pace…
Bu koşullarda başlayan 1987-88 sezonunda Eczacıbaşı ilk çarpıcı sonucu, İzmir deplasmanında Karşıyaka’yı farklı mağlup ederek aldı. Ancak genç kadronun istikrar tutturması zordu. Hemen ertesi hafta İTU’ye boyun eğdiler. Bir kazanıp bir kaybederek ve orta sıralarda tutunarak ilerliyorlardı. Üzerlerinde hiçbir baskının olmaması, koç Baturalp’in tatlı-sert tarzı, gençlerin çiçek açabilmesi için ideal ortamı hazırlamıştı.
İdeal ortam deyince, kulübün yapısına da kısaca değinmek gerekir. Eczacıbaşı ailesi, dedeleri Süleyman Ferit Bey’in 1900’lerin başında İzmir’de ilaç üreten ilk eczacı olmasıyla tarihe geçen tanınmış bir aile olmakla beraber, sonraki kuşaktan Nejat ve Şakir beyler sayesinde hem iş hem sanat ve tabii ki spor dünyasında haklı bir saygınlığa erişmişti. Spor kulübünün yönetiminden sorumlu olan Şakir Eczacıbaşı, aslında fotoğraf sanatçısıydı ama hiçbir objektife sığmayacak geniş vizyonuyla çağdaş ve üretken bir basketbol-voleybol fabrikası da yaratmıştı. Voleybolda özellikle kadın takımlarının Avrupa’da elde ettiği dereceler, Cengiz Göllü’nün yetiştirdiği oyuncular bir devrimin ilk adımlarıydı. Basketbolda da 1975-82 arasında yedi sezonda elde edilen altı şampiyonluk, büyük ölçüde transferlerle ve dönemin en başarılı çalıştırıcısı Aydan Siyavuş’un bir araya topladığı milli oyuncularla kazanılmıştı ama, Eczacıbaşı aynı zamanda inşa etmiş olduğu salon ve kurduğu altyapı takımlarıyla parlak bir geleceğin de temellerini atmıştı. Çizdikleri bu yol, daha sonra başta Efes olmak üzere pek çok kulübe örnek oldu.
Bugün hala basketbol ailesinde bir efsane gibi dilden dile anlatılan Şakir Eczacıbaşı hikayeleri vardır. Onun rehberliğinde, basketbol bilgisi ve deneyimiyle kulübe çok şey katan Nur Gençer, kulüp için hayati bir isimdi elbette… Ancak Gençer ile Şakir Bey arasında bir de görülmeyen halka vardı; kimi zaman patron ile profesyonel yönetici arasında köprü olan, kimi zaman da dengeyi sağlayan emektar Saffet Özbay… Saydığımız üç isim, bir ilaç fabrikası içinde aynı zamanda bir spor kültürü oluşturmayı, bir aile havası yaratmayı başardılar. Yıllar içinde antrenörler, oyuncular değişti; giden-gelen, altyapıdan yetişenler oldu. Eczacıbaşı’nın o samimi havası hiç değişmedi. Tek büyük dertleri, binbir emekle yetiştirdikleri bazı oyuncuları, Eczacıbaşı formasıyla doğru dürüst maç oynayamadan rakiplerine kaptırmış olmalarıydı. Önce Emir Turam’ın Amerika’ya okumaya gitmesi ve dönüşte Efes’i tercih etmesi, daha sonra Ömer Büyükaycan’ın hülle yoluyla Galatasaraylı yapılması, federasyonun transferde yetiştiriciyi koruyacak yönetmelik değişikliklerini bir türlü yapamaması, Eczacıbaşı ailesinin hevesini kaçıran olaylardı.
Dönelim 1988’e… Mart ortasında normal sezonu 22 maçta 13 galibiyetle altıncı sırada noktalayan Eczacıbaşı, play-off ilk turunda Tofaş ile eşleşti. Rahat ve akıcı oynuyorlardı. Bu seriden 2-1 galip çıkan lacivert-beyazlı gençlerin bir sonraki rakibi Galatasaray oldu. Aslında Galatasaray değil, Efes ile oynamayı bekliyorlardı. Çünkü Aydan Siyavuş yönetimindeki Efes, normal sezonu ikinci sırada tamamlamıştı ve şampiyonluk adaylarından biriydi. Ancak müthiş bir savunma savaşı şeklinde geçen Efes-Galatasaray serisinde ilk maçı 51-50, ikinciyi 65-63 kazanan sarı-kırmızılılar yarı final vizesi almıştı.
Emektar Spor Sergi’de oynanan üç maç sonucunda sevinen, birinci ve üçüncü maçı kazanan Eczacıbaşı oldu. Bu seride Ömer Büyükaycan, eski takımına karşı çok iyi oynamış ama çoğunlukla yalnız kalmıştı.
Finalde yine sürpriz sayılabilecek bir rakip vardı karşılarında: Çukurova… Herkes normal sezonu birinci tamamlayan Fenerbahçe’nin, Efes’in elenmesinden sonra güle oynaya şampiyonluğa koşacağını düşünürken, Çukurova yarı finaldeki iki maçı da almış, hele İstanbul’daki ikinci maç berabere bitmek üzereyken Larry Spriggs’in orta sahadan savurduğu ve cama çarpıp basket olan top, sarı-lacivertli taraftarları darmadağın etmişti.
O dönem uygulanan statüye göre, final serisi beş maç üzerinden oynanacaktı. Ancak diğer ülkelerden farklı bir uygulama vardı bizde: Takımlar kendi sahalarında birer maç oynadıktan sonra üç maç tarafsız saha kabul edilen üç farklı kentte oynanıyordu. Play-off başlamadan önce seçilen bu üç şehir, sırasıyla Adana, Antalya ve Isparta idi. Basketbolu Anadolu’ya yayma niyetiyle başlatılan bu uygulama, belki de Çukurova’nın finalist olabileceği hesaba katılmadığı için talihsiz bir tablo çıkarmıştı ortaya… İstanbul’daki ilk maçı kaybeden Çukurova, daha sonra oynayacağı iki maçın Mersin ve Adana’da olmasına güveniyordu artık… Ne de olsa, ikisi de evi sayılırdı!
Adana’daki maça 1-1 eşitlikle çıkıldı. Orada rakibinin direncini kıran takım, kupanın bir kulpuna yapışmış olacaktı. O gün Tamer Oyguç sahneye çıktı, 28 sayı attı ve rakibin maça ortak olmasına hiç izin vermedi. Antalya yolculuğuna çıkarken Eczacıbaşı, şampiyonluğa çok yakındı.
Anlattığım yıllarda Türk takımlarının Avrupa’daki mücadelesi genellikle Ocak ayı gelmeden biterdi. Oyuncular haftada bir maçtan fazlasını oynamaya pek alışkın değildi. Koç Mehmet Baturalp ve gençleri koşturmaya bayılan yardımcısı Yalçın Altınel, bu durumun seriler uzadıkça kendilerine avantaj olarak döneceğini düşünmüşlerdi. Öyle de oldu… Düğümü bir türlü çözülmeyen Antalya’daki karşılaşmada, yorulan Çukurovalı oyuncular son dakikalarda beklenmedik top kayıpları yaptı. Bunları değerlendiren günün adamı Rüçhan Tamsöz, kolay turnikelerle galibiyeti getiren isim oldu.
Beşinci maça gerek kalmamış, Eczacıbaşı’nın gençleri kulübün tarihindeki yedinci ama muhtemelen en anlamlı şampiyonluğu Antalya’da kucaklamışlardı.
Kimler vardı o efsane kadroda?
Koç Mehmet Baturalp, yardımcısı Yalçın Altınel. Menejer Nur Gençer, yardımcısı Siyami Akay, masör Osman Bektaş, malzemeci Fuat Kuruçay…
Oyuncular: Orhun Ene, Tamer Oyguç, Serdar Susmuş, Yusuf Erboy, Larry Richard, Rüçhan Tamsöz, Murat Şener, Hüseyin Şiriner, Volkan Özal, Murat Emen.
Bazıları ne yazık ki aramızdan ayrılan bu muhteşem ekip, lig tarihimizde unutulması en güç şampiyonluğa ulaşarak tarihe geçti. Ertesi yıl da favori olarak başladığı sezonu baştan sona önde götürüp, yine şampiyonlukla noktaladı ve kupaları ikiledi. O dönemler Eczacıbaşı tesislerinin hemen yanındaki Gelişim Yayınları’nda çalıştığım ve hepsiyle arkadaş olduğum için, yakından tanıklık ettiğim bu öyküyü yazmak da bana düştü.